SIKINTI KAVRAMI VE BİR KÜÇÜK BURJUVANIN
GENÇLİK YILLARI ROMANI
Özet
Modern insanın “varlığını tehdit eden” sorunlardan birisi de sıkıntıdır.
Anlamsal boşluk durumunu işaret eden ve siyasal, toplumsal ve ekonomik
modernite ile doğrudan ilişkili olan sıkıntının bireysel ve toplumsal olmak
üzere iki esas sebebi vardır. Sıkıntı, askıda veya arada olma durumunu işaret
eder. Kendisiyle kurulan ilişkiye göre bir “imkân” veya “tinsel erozyon” olma
hususiyetine sahip olan sıkıntı, esas olarak dört gruba ayrılır.
Bu yazıda, öncelikle ana çizgileriyle sıkıntı kavramı üzerinde durulmuş;
daha sonra bir aydının ve onunla ilişki içinde olan kadınların yaşamakta olduğu
bunalımı/sıkıntıyı konu alan/anlatan Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları
başlıklı roman ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Sıkıntı kavramı, varoluşsal/anlamsal boşluk, Bir
Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları, Demir Özlü.
Abstract
One of the problems threatening the existence of the modern man is
boredom. Boredom indicates the condition of emptiness related to meaning
and has a direct relation with political, social and economic modernity and
there are two main reasons for it as individual and social. Boredom indicates
the situation of pending and seesawing between two options. According to the
relationship established with it, boredom has a "property of opportunity” or
"spiritual erosion” and it can be divided into four groups.
In this text, firstly it was mentioned about concept of boredom with its
main features, then the novel named Young Days of a Little Bourgeois depicting
the boredom of an intellectual and of the women who live with him was
examined.
Key words: Concept of boredom, existential emptiness/emptiness
related to meaning, Young Days of a Little Bourgeois, Demir Özlü.
GİRİŞ: SIKINTI/BUNALIM KAVRAMI
Modern bireyin varlığını tehdit eden sorunlardan birisi de sıkıntıdır.
"Varoluşsal boşluk", "anlamsızlık anksiyetesi -sebebi belirsiz kaygı, korku-",
"boğuntu" ve "bunalım" gibi kavramlarda da karşılanan sıkıntı, bireyin yapıp
etmelerinde, yaşamında bireysel veya toplumsal, ontolojik (iç, kişisel) veya
• Dr., KÜ, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, ogzocal@hotmail.com
Karadeniz Araştırmaları • Kış 2011 • Sayı 28 • 151-164
ontik (dış, toplumsal) bağlamda anlam bulamaması durumudur. Diğer bir
ifadeyle sıkıntı, kendisine amaçlar koyan, belirlediği amaçlara uygun olarak
yapıp eden, ayrıca kendisini onlara adayabilen insanın anlamdan, amaçtan
ve kendisini adamaktan yoksun yaşaması dururumudur. Dolayısıyla sıkıntı
ile anlamsal (varoluşsal) boşluk, özdeştir. Daha iyi bir ifadeyle sıkıntı, eşittir
anlamsızlık; anlamsızlık, eşittir sıkıntıdır.
Psikoloji, sosyo-psikoloji ve felsefe gibi farklı disiplinlerden gelen
bilgilerle neliği daha iyi anlaşılabilen sıkıntı, doğrudan veya dolaylı olarak
siyasal, toplumsal ve ekonomik modernite ile ilgili bir kavramdır. Sıkıntının
Felsefesi başlıklı kitabında Lars Svendsen, sıkıntının modern bireyin ortaya
çıkışıyla bir sorun olarak kavranmaya ve üzerinde düşünülmeye
başlandığını belirtir. Ayrıca, sıkıntının veya anlamsal boşluğun izinin erken
modern döneme, romantizmle birlikte yükselen bireyciliğinin başlangıcına
kadar sürülebileceğini, dolayısıyla sıkıntının siyasal, toplumsal ve ekonomik
modernite ile ihmal edilemez bir ilişkisinin olduğunu söyler:
"O halde şunu kabul etmek zorundayım ki, sıkıntının bazı biçimleri
dünyanın başlangıcından beri vardır. Örneğin, "durum sıkıntısı"
olarak adlandıracağım, belirli bir durumda kesin bir nedenden
kaynaklanan sıkıntı [gibi]. Ama, istisnalar bulunabilse de, varoluşsal
sıkıntının moderniteye özgü bir fenomen olduğu hususundaki
fikrimi muhafaza ediyorum. (...) sıkıntının romantizme geçiş
dönemine değin bu kadar konu edilmediğinin altını çizmek isterim.
Romantizmle birlikte sıkıntı, bir şekilde layık olduğu değeri kazandı
ve halka mal oldu"1.
Modern çağla birlikte bir sorun(sal) olarak kavranan
sıkıntının/bunalımın birbiriyle iç içe geçmiş ontik ve ontolojik olmak üzere
iki sebebi vardır: Bunlardan birincisi, varolan dünyayı dönüştüren olumlu
ve olumsuz sonuçlarıyla modernitedir. İkincisi ise olumlu ve olumsuz
özgürlüğüyle bireydir.
Sıkıntının ontik sebebi, siyasal, toplumsal ve ekonomik modernitedir.
Bilindiği gibi modernite, Ortaçağ’a ait unsurların aklın ve bilimin ışığında
dönüştürüldüğü, eski kurumların yerine yenilerinin konulduğu bir evrensel
ilerleme projesidir. Avrupa’da ortaya çıkan ve kısa bir süre içinde kendisini
farklı coğrafyalarda kabul ettiren bu evrensel dönüşüm ve ilerleme
projesinin belli başlı sonuçları ise pazar ekonomisinin veya kapitalizmin
egemen ekonomi modeli olması, bireycilik, kentleşme, sanayileşme,
silahlanma, milliyetçilik, yabancılaşma, küreselleşme vs. olarak
sıralanabilir2. Aynı anda hem olumlu hem olumsuz bir içeriğe sahip olan,
kullanılma niyetine göre bu iki içerikten birisine dönüşebilen modernitenin
sonuçları, doğrudan veya dolaylı olarak anlamsal boşluğun veya sıkıntının
sebebidir. Bir örnekle açıklayacak olursak; modernitenin sonuçlarından
birisi olan bireycilikle birlikte büyüyen kent yaşamı ve para ekonomisi,
bireyin hazır anlam kaynağı olan geleneksel değerlerini ve cemaate ait
ikamelerini yerinden sökmüş, bunların yerine rekabeti, cemiyete has
değerleri veya çıkar birlikteliklerini yerleştirirken bireyi kalabalık ve her
şeyin değiştiği, hiçbir şeyin katılaşmadığı bir zaman ve mekânda varlığıyla
yalnız bırakmıştır3. Dolayısıyla kendisini sınırları, yapılır edilirleri belli olan
cemaat içinde rahat hisseden birey, toplumsal bağları belirsiz veya niçin bir
arada yaşadığını bilmediği kitle veya cemiyet içinde ikameleri olmadan
yalnız kalmıştır. Söz konusu yalnızlık veya bırakılmışlık ise çoğu zaman
piyasa ekonomisinin ve modanın doldurmaya çalıştığı bir anlamsal boşluğa,
boşluk ise sıkıntıya sebep olmuştur. Huzursuzluğun Kitabı’nda Fernando
Pessoa, sıkıntının sebebi olarak, Tanrı’yı sahneden indiren ve onun yerine
bireyi öne çıkaran, dolayısıyla kutsallarını yitiren bir çağı işaret eder;
seküler olanın, yitirilen metafiziğin ve mitolojinin yerini dolduramadığını
söyler:
"Sıkıntı... Belki de aslında, inançtan mahrum bıraktığımız derin
ruhumuzun tatminsizliği bu, tanrısal oyuncağını elinden aldığımız
biz hüzünlü çocukların çektiği, derin, büyük üzüntü (...]
Sıkıntı... Tanrıları olan birini sıkıntı asla ele geçiremez. Sıkıntı,
mitolojinin olmayışıdır. İnanç yoksa kuşku bile imkânsızdır, o halde
şüphecilik bile şüphe duyma gücünden yoksun kalır. Evet, sıkıntı
budur işte: ruhun kendine yalan söyleme yeteneğini yitirmesi (...)"4.
Sıkıntının ontolojik sebebi ise modernite ile geleneksel bağlarından
kurtulan, bireyin vahşî piyasa koşullarının hüküm sürdüğü bir uzam ve
zamanda olumlu ve olumsuz özgürlüğü ile yalnız kalmasıdır. Özgürlük,
bireyin varlığı karşısında yalnız ve sorumlu olması demektir. Kendi içinde
olumlu ve olumsuz özgürlük olmak üzere ikiye ayrılır. Olumlu özgürlük,
bireyin hem kendisinden hem de ötekinden sorumlu olması demektir.
Olumsuz özgürlük ise bireyin sadece kendisinden sorumlu olması,
ötekilerle ilgili hiçbir sorumluluk duymamasıdır. Esas olarak bu iki
özgürlük şekli de, modernitenin bireye sunduğu iki olanağı içerir: Birey,
modern zamanlarda ya kendisini olumlu özgürlüğüyle gerçekleştirecektir
ya da olumsuz özgürlüğü içinde sadece kendisiyle meşgul olacaktır. Her iki
durum da doğrudan veya dolaylı olarak parçalanmayı, sonraki aşamada ise
boşluğu işaret eder; anlam problemine veya sıkıntıya neden olur. Ayrıca
özgürlük, ister olumlu ister olumsuz bağlamda olsun, geleneksel bağların ve
tinsel ortaklıkların olmadığı bir dünya düzeninde, doğrudan anlamsızlık
veya sıkıntı kaynağıdır.
Modernitenin doğrudan veya dolaylı bir sonucu olan sıkıntının
üzerinde durulması gereken bir başka hususiyeti ise arada, sınırda veya
askıda olma durumunu işaret ediyor oluşudur. Sıkıntı esnasında birey;
ayaklarını basabileceği, dayanabileceği veya tutunabileceği bir anlam
parçasından/zeminden yoksundur. Dolayısıyla ne tam bir anlama sahiptir
ne hiçliğin içinde yitiktir; ne tam huzurlu ne huzursuzdur; ne tam kararlı ne
kararsızdır. Bir diğer ifadeyle arada, kıyıda, sınırda veya parçalanmış
durumdadır.
Sıkıntının bir diğer hususiyeti ise hem bir "imkân" hem de "tinsel
erozyon" olmasıdır. Eğer birey içinde bulunduğu durumun neliğini fark
eder, bölünmüşlüğüyle yüzleşirse, sıkıntı onun için bir imkâna dönüşür;
içinden geçilmiş bir durum olarak farkındalık sağlar ve amaçlarla bezenmiş
anlamlı bir varolma fırsatı sunar ona. Bu bağlamda sıkıntı ile kurulabilecek
diyalektik/eleştirel her ilişki, uyarıcıdır; "ayıklık" sağlar. Heidegger,
"boğuntu"nun (sıkıntı) "yokluğu açığa vurduğunu" ve varoluşun önünü
açtığını söyler5. Heidegger gibi Afşar Timuçin de sıkıntı veya bunalımın
insanı, içinde bulunduğu duruma dair bilinçlendirdiğini ve anlamlı bir
sürece hazırladığını belirtir: "(...) bunalım, bizi geleceğe doğru yönelten, bizi
durumumuz üzerine bilinçlendirerek yarına hazırlayan bir imkândır. Bu
imkândan yararlanmazsak dinginlik de şenlik de esenlik de hayal olmaktan
öteye geçemez"6.
Diğer durumda, yani birey, içinde bulunduğu durumun farkında
olmadığı veya kendisiyle, şeylerle hesaplaşmadığında ise sıkıntı, "tinsel bir
erozyon"a dönüşür; parça parça yok eder bireyi. Cioran, hesaplaşılmamış
sıkıntıyı, "etkisi algılanabilir olmayan ve sizi ağır ağır, diğerleri tarafından
fark edilmeyen ve kendinizin de neredeyse fark edemediğiniz bir yıkıntıya
dönüştüren [götüren] saf erozyon olarak" olarak tarif eder7. Dolayısıyla bu
durumda sıkıntı, sıçratan değil engelleyen, hatta gerileten bir unsurdur.
Bireyin toplumsal, kültürel ve ekonomik durumuna, yaratıcı veya
sıradan bir insan olup olmamasına göre içeriği, duyulma derecesi veya
şiddeti değişen psikolojik, sosyo-psikolojik ve felsefî bir problemdir sıkıntı.
Edebiyat tarihimizde -roman ve hikâye bağlamında- sıkıntı üzerine
düşünmüş nadir kişilerden birisi olan Demir Özlü, "bunaltı" olarak
adlandırdığı sıkıntıyı; "bireysel", "toplumsal" ve "doğaötesi" (metafizik)
olmak üzere üçe ayırır. Her üç sıkıntının da toplumsal koşullardan ve
toplumun içinde bulunduğu durumdan kaynaklandığını söyler. Özellikle
bireysel "bunaltı"nın toplumsal ve doğaötesi bunalımı içkin olduğuna
dikkati çeker:
"Bireysel bunaltı, toplumsal durumdan geliyor, bu durumun
bozukluğundan geliyor; ama "bireysel bunaltı" kavramının
kapsadığı bir anlam daha var; o da "doğaötesi bunaltı"dır,
kavranılması güç olan, ama gene de varlığı tehdit eden bu çeşit
bunaltıya "boğuntu" demek daha doğru. Bireysel bunaltı kavramı,
bir yanıyla "doğaüstü" bunaltıyı da kavrar; çünkü "doğaötesi
bunaltı" bireysel bir olgudur, bunu birey kendi içinde duyar. Nerden
geliyor bu "doğaötesi bunaltı" (boğuntu)? Biz bunu dünyada
varolmaktan ötürü duyuyoruz. Varolmak, bir başına, kişinin hiçliğe
doğru çekilmesi gibi duyulan boğuntuyu kendinde taşıyor (...)"8.
Özlü gibi kavram üzerine düşünmüş ve ona göre daha somut sonuçlara
ulaşmış olan Svendsen ise sıkıntıyı; "durumsal", "doygunluk", "varoluşsal" ve
"yaratıcı" sıkıntı olarak dörde ayırır. Söz konusu dörtlü tasniften ilki olan
durumsal sıkıntı, bir otobüsün gelmesini beklemek gibi eylemler esnasında
duyulan sıkıntı şeklidir. Doygunluk sıkıntısı, tekrarın ve tekdüze yaşamın
neden olduğu sıkıntıdır. Varoluşsal sıkıntı; doğrudan anlamla, varlık ve
hiçlik durumlarıyla ilgilidir. Yaratıcı sıkıntı ise yeni bir söz söylemek veya
eser ortaya çıkarmak için duyulan sıkıntıdır9.
Netice olarak sıkıntı, anlamsızlık veya anlamsal boşluk durumunu
işaret eden çağdaş bir sorundur. Siyasal, toplumsal ve ekonomik modernite
ile doğrudan ilişkili olan sıkıntı, arada veya askıda olma durumunu işaret
eder. Kendisiyle kurulan ilişkiye göre bir imkân veya tinsel erozyon olma
hususiyetine sahip olan sıkıntı, kendi içinde esas olarak dört gruba ayrılır.
Üzerinde ısrarla ve geniş olarak durulmayı hak eden bir fenomen olan
sıkıntıya dair bu tespitler, sadece çağdaş soruna dair ana çizgileriyle yapılan
birkaç çıkarımdan başka bir şey değildir. Elbette insan-sıkıntı ilişkisine dair
yapılacak araştırmalarla fenomenin neliği ve farklı boyutları daha iyi ortaya
çıkacaktır. Bu tarz araştırmalar ise kuşkusuz, özellikle 1950 sonrası
edebiyatımızda, roman, hikâye ve şiirimizde ifade bulan insanî durumların
daha iyi anlaşılmasına, dolayısıyla edebiyat bilimine çok önemli katkılar
sağlayacaktır.
Sıkıntıya dair bu hatırlatmaların iki nedeni vardır: Bunlardan birincisi,
kavrama dair geliştirilmeye açık bir çerçeve oluşturmaktır. İkincisi ise ilk
bölümdeki teorik bilgilere temellenerek Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları
başlıklı romanda ifade bulan içeriği analiz etmektir.
BİR KÜÇÜK BURJUVANIN GENÇLİK YILLARI ROMANI
Demir Özlü’nün 1979’da yayımlanan Bir Küçük Burjuva'nın Gençlik Yılları
başlıklı romanı, bir aydının ve onunla ilişki içinde olan kadınların
yaşamakta olduğu sıkıntıyı konu alan/anlatan bir romandır10. Yirmi dört
bölümden oluşan romanda sıkıntı/bunalım, asıl kişi Selim ve onunla ilişki
içinde olan Bayan M., Anna, Ada ve Ayşe isimli kadınların içinde bulunduğu
durum olarak işaret edilmiş; bu kişilerin birbirleriyle kurduğu ilişkilerle
somutlanmıştır. Sıkılan/bunalan kişilerin kimliğine ve içinde bulunduğu
durumun neliğine değinmeden önce ana çizgileriyle vak’anın özetlenmesi
gerekmektedir:
“Bir edebiyat eleştirmeni olan Selim, yaz tatilini geçirmek üzere 1964
yazında Büyükada’ya gelmiştir. Ülkenin içinde bulunduğu anti-demokratik
ortamdan memnun olmayan, ancak yapılabilecek de bir şey bulamayan
Selim, Büyükada’da eski bir politikacının kızı olan arkadaşı Bayan M. ile
karşılaşır. Anlam boşluğu içinde olan Bayan M. ile Selim, birlikte birkaç
arkadaş toplantısına katılırlar; daha sonra ise buldukları ilk fırsatta birlikte
olmak isterler; ne var ki bu isteklerini gerçekleştiremezler. Bir süre sonra
Selim, İstanbul’a döner; Bayan M. ile ilişkisini orada sürdürür. Bu arada
yaşamakta olduğu sıkıntıya/bunalıma bir çözüm arayan Bayan M., hem
okumak hem de çalışmak için Avrupa’ya gider. İstanbul’da yalnız kalan
Selim’le iletişimini ise mektuplar vasıtasıyla sürdürür.
Mensubu olduğu Türkiye İşçi Partisi’nden ihraç edilmiş olan Selim, bir
yanda devrimci dostlarıyla buluşur, onlarla ülkenin şartlarını ve içinde
bulunduğu durumu konuşur; diğer yanda ise Bayan M.’nin yokluğunu
doldurmak ister, kendisine yeni bir sevgili arar. Nihayet Selim, bir arkadaş
grubunda tanıştığı Anna ile aşk yaşamaya başlar. Bayan M. gibi anlamsal
boşluk içinde olan Anna, yaşayamadığı cinselliğini, bunalımının/sıkıntısının
sebebi olarak görür; sorununu aşmak için Selim’den yardım ister. Genç
kadına yardım etmek isteyen Selim ile Anna ilişkisi, başarısız birkaç cinsel
denemeden sonra düzene girer. Ancak Selim, ortak bir şeyleri olmadığı için
Anna’dan ayrılır. Olağan yaşamını sürdürür; Türkçeye yapılan Kafka
tercümeleriyle ilgili bir yazı kaleme alır; ama yazısı beğenilmez. İşleriyle
meşgul olan Selim, bir süre sonra, tanışmakta olduğu ancak çok uzun
zamandır görüşmediği arkadaşlarından birisi olan Ada ile karşılaşır.
Kızlığını sorun olarak gören ve özgürleşmek isteyen Ada ile Selim, evlenmek
isterler. Ancak Ada’nın babası, bu evliliğe, kızının bir entelektüelle
evlenebilecek donanıma sahip olmadığını gerekçe göstererek karşı çıkar. Bu
sebebi, hiç mantıklı bulmayan Selim ise Ada’ya, kaçma teklifinde bulunur.
Ada, engel olan babasını aşamaz; ayrıca babası tarafından Ankara’ya
gönderilir. İstanbul’da yeniden yalnız kalan aşk kırgını Selim, bırakılmanın
neden olduğu sıkıntı ile olağan yaşamını sürdürür. Terk edildiği gün,
Ada’nın arkadaşlarından birisi olan devrimci genç kız Ayşe ile tanışan Selim,
bir süre sonra onunla birlikte yaşamaya başlar. Bu arada Ada, İstanbul’a
döner, Selim’le yarım kalan ilişkilerini sürdürür. Bu, bir ihanettir; Selim,
Ayşe’yi Ada’yla aldatır.
Okuyup yazarak yaşamını sürdüren Selim, bir yazısında sosyalizm
propagandası yaptığı için sorgulanır; tutuksuz yargılanmak üzere serbest
bırakılır. Yargılanması esnasında aynı zamanda askere alınma emri ile
karşılaşan Selim, olup bitenler karşısında şaşkındır. Sosyalist olduğu
gerekçesiyle elinden yedek subaylık imkânı alınır; er olarak doğuya sürgün
olarak gönderilir. Zor şartlar altında askerlik hizmetini yapan Selim, bir gün
gazetede, eski ve yeni sevgilisi ile devrimci bir dostunun çekilmiş fotoğrafını
görür; sinir buhranı geçirir; kısa bir tedaviden sonra hava değişimine
gönderilir. İstanbul’da hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamayan Selim’e Ayşe,
Ada’yla yaşadığı cinsel ilişkiyi bildiğini söyler. İhaneti açığa çıkan Selim,
böylece Ayşe’yi de Ada’yı da kaybetmiş olur. Sıkıntılı bir durumda olan
Selim, Avrupa seyahatinden dönmüş olan Bayan M.’den Ayşe’nin de
kendisini aldattığını öğrenir. İhaneti ihanetle karşılık görmüş olan Selim,
bırakılmış bir şekilde öylece kalır”.
Kısaca bu şekilde özetleyebileceğimiz romanında Özlü, bireylerin
yaşamakta olduğu sıkıntıyı, asıl kişi Selim’in ve onunla ilişki içinde olan
kadınların içinde bulunduğu durum olarak işaret etmiştir. Selim, romanın
asıl kişisidir. Diğerleri ise Bayan M., Anna, Ada ve Ayşe isimli kişilerden
oluşur. Asıl kişiyle ilişkilerine göre öne çıkan veya unutulan bu kişiler ile
Selim, aşk ve arkadaşlık alakasıyla bir araya gelir. Birbirlerine yüzeysel bir
şekilde bağlı olan bu kişilerin ortak hususiyeti ise anlamsal boşluk veya
sıkıntı içinde olmalarıdır.
Romanın asıl kişisi Selim, otuz yaşına yeni girmiş genç bir sosyalist
aydındır. Edebiyat eleştirmenliği yapan, ancak esas olarak geçimini,
eleştirmenlikle birlikte yürüttüğü tercümanlıkla sağlayan Selim, sıkıntılı bir
durumdadır. Onun yaşamakta olduğu sıkıntı, varoluşsal-anlamsal bir
sıkıntıdır. Bunun ontiko-ontolojik üç sebebi vardır. Söz konusu sebeplerden
birincisi, kurulu hâliyle düzendir. İkincisi mensubu olduğu partiden ihraç
edilmiş olması ve üçüncüsü ise toplumsal olarak arada veya parçalanmış bir
durumda bulunmasıdır.
Selim’in sıkıntısının birbiriyle iç içe geçmiş durumda olan
sebeplerinden birincisi, 1960 ihtilalinden sonra ülkede aydınlara uygulanan
sıkı denetimdir. "Bunalan Genç Adamlar" başlıklı yazısında Özlü, kendi
kuşağının bunalımının çağla, toplum ve kurulu düzenle derin ilgisi
olduğunu söyler11. Bir yazısında sosyalizm propagandası yaptığı için
yargılanan ve insanî bir hakkı elinden alınan roman kişisi Selim de anti¬
demokratik ortamda, kendisini özgürce gerçekleştiremediği, beklemek
zorunda olduğu için sıkılır. Diğer bir ifadeyle Türk modernleşmesinin
somut sonuçlarından birisi olan askerî darbe ve ülkedeki baskı ortamı,
dolayısıyla içinde bulunulan toplum ve kurulu düzen, olduğu hâliyle
Selim’in sıkıntı duymasına sebep olur. "(...] Yalnızdı, içinde derin bir acı
duymuyordu. Hava güzeldi, serin bir rüzgâr esiyordu. "Ancak büyük
savaşımların ortasında rahat edebilirim" diye düşünüyordu. "Ama şimdi
hiçbir savaşım yok. Toplumun yaşamı, insanın yaşamıyla aynı hızda değil. Biz
durup bekleyeceğiz. Bunaltı da buradan geliyor" (s.92) .
Bir sosyalist olan ve "varolan mücadelenin" bireysel değil, bir ideoloji
etrafında birlikte hareket edilerek başarılı olabileceğini düşünen Selim,
bunun için 1962’de kurulan Türkiye İşçi Partisine üye olur. Siyasî partiye
üye olmak, Selim’in yalnızlığını bir süreliğine de olsa giderir; yaşamına
anlam katar. Ne var ki bu durum, çok uzun sürmez. Selim, bir kongrede
yaptığı eleştiriden dolayı partiden ihraç edilir11. Birlikte hareket etmek
istediği kişiler tarafından insanî bir tavrından dolayı ötelenmiş olan Selim,
verilen mücadeleden şüphe etmez; ancak yalnız ve terk edilmiş bir
durumda olması, boşluğa düşmesine sebep olur. Dolayısıyla Selim’in
anlamsal boşluk veya sıkıntı içinde olmasının sebeplerinden ikincisi,
partiden ihraç edilmiş olmasından dolayı kendisini sosyalist mücadeleye
tamamen veremiyor olmasıdır. Dolayısıyla kendisini bütünüyle
adayabileceği bir amaca sahip olmamasıdır. Durumunu şöyle anlatır:
"(...) "Toplumsal savaşımın, sınıfsal bir savaşım olarak, en etkin
yöntemlerle yürütülmesini ben de istiyorum" diye düşünüyordu
Selim. Bir parti yapabilir bunu. Bir parti, ideolojide insanları
kaynaştırabilir. Ama şimdi kendi savaşımın kıyısında kalmış gibi
duyuyorsam, benim suçum değil bu. En demokratik anlamda bir
eleştiri sonucu partiden uzaklaştırıldım. Parti, yolunda gidiyorsa -
ben yanılmışsam- yaşamım boyunca, biraz da kendi kendimi yiyerek
kıyıda kalacağım. Ama ya parti yolunda değilse, çocukluk
hastalıklarına bulanmışsa, örgüsü gevşek bir partiyse, kuramın
üzerine sıkıca oturmuyorsa..." (s.35).
Selim’in duyduğu sıkıntının diğer sebebi ise bir entelektüel olarak
kendisini "burjuva" sınıfının da "proleterya"nın da dışında duyması; diğer
bir ifadeyle kendisini hiçbir çevreye ait hissetmemesidir. O, romancının
ifadesiyle, bir "küçük burjuva"dır. Yani ne burjuvadır ne proleterya; arada
kalmış, ancak hiçbir sınıfa mensup olamamış bir bireydir. Demir Özlü,
"Yeraltından Notlar, Özerk İnsan ve Büyüleyici Üslûplar" başlıklı
denemesinde, Aylak Adam romanındaki asıl kişinin gelenekle modern
arasında kalmış genç bir aydın olduğunu belirtir; söz konusu romanın
"yırtılmış" bir bireyin trajedisini anlattığını söyler13. Onun Aylak Adam için
yaptığı bu yorumu, biraz değiştirerek, roman kişisi Selim için de söylemek
mümkündür: Selim, sosyalist olduğunu söyler; ancak ne burjuva sınıfına
karşı açık tavır alır ne de halkçı bir tavrın sahibi olur. O, hem ahlâkî
bakımdan onaylamadığı üst sınıfa mensup kadınlarla birlikte olur hem de
devrimci mücadeleyi destekler; bu bakımdan iki kutup arasında "yırtılmış"
(parçalanmış) durumdadır. Parçalanmış olduğunun farkında olan Selim,
içinde bulunduğu durumu kabul eder; sorumluluğu üzerine alır. Dolayısıyla
onun yaşamakta olduğu sıkıntı, içinde bulunduğu toplum ve kapitalist
düzenle mesafeli ilişkisinden veya onlar karşısındaki bilinçli uyumsuz
tavrından kaynaklanır. Selim’in söz konusu tavrı, olumlu özgürlüğünün
veya bilinçli seçiminin de bir ifadesidir.
"(...) Selim açık pencerenin rüzgârı önünde yatıyor, orada, yarı
uykusu içinde yanında sonsuz bir boşluğun açıldığını duyuyordu.
Yanında açılan derin boşluktan serin ve iç açıcı bir hava geliyor,
Selim oraya yuvarlanacağını biliyordu. Ama askıdaydı varlığı. (...)
İçinden söküp atamadığı bir yalnızlık duygusu, bütün varlığına
yayılan bir sevgi gereksinmesi, ama bütünsel bir erince varabileceği
konusunda belli belirsiz başkaldıran bir umut vardı" (s.58).
Verili olanın bir baskı düzeni olduğunu bilen, ayrıca birey olarak arada
veya parçalanmış durumda olduğunun farkında olan Selim, kendisini
sıkan/bunaltan unsurlar karşısında iki esas tavra sahiptir. O, "İnsan bilincini
tümüyle rahat bırakmayan" bir ortamda (s.17) yaşadığını düşünür; bunun
için varolan düzene, her şeyin sorumlusu olarak gördüğü topluma karşı
sonuna kadar direnmeye karar verir. Anlamsal boşluğu karşısında iç
telkinde bulunur; kendisini verili düzene/dünyaya karşı konumlandırır:
"Toplumun kendisine verdikleriyle yetinmek istemiyordu Selim, bu duruma
başkaldırıyordu. Kendimi güçlü duydukça bu önümüze sürülen ahlâka boyun
eğmeyeceğim" dedi” (s.86) . Yahut kendisini, "taşçıl bir yalnızlığa" iten
sıkıntısını, okuyup yazarak, içerek veya karşısında çıkan hemen her kadınla
cinsel ilişkiye girerek aşmaya çalışır. Diğer bir ifadeyle Selim, içinde olduğu
ancak ne dışına çıkabildiği ne de onayladığı toplumsal bir düzen içinde
duyduğu sıkıntıyı, ahlâkî ihlallerle gidermeye çalışır. Bir örnek vermek
gerekirse; hâkim anlatıcı, Selim’in Bayan M. ile yaşadığı bir ilişkiden
bahsederken onun cinselliği, intikam aracına dönüştürdüğünü söyler;
dolayısıyla Selim’in sıkıntısından bir anlamda cinselliğe sığınarak kaçtığını
belirtir: "(...] Selim, büyük burjuva tabakasından bir kadınla yatmakta
tutkularını doyuran bir yan buluyor ama bu düşünsel tutkusu, sevişmeyi bir
haz alma şenliği yapmaktan çok, kendi varlığını kanıtlama yolunda bir
çekişme durumuna getiriyordu" (s.26 .
Selim gibi onunla sırayla ilişkiye giren kadınlar da varoluşsal-anlamsal
bunalım veya sıkıntı yaşayan kişiler olarak öne çıkarlar. Bu kişilerden
Bayan M., Anna ve Ada, toplumun üst kesimine mensup maddî problemi
olmayan kadınlardır. Ayşe ise devrimci bir kişidir.
Selim’le ilişkili olan kişilerden ilki olan Bayan M., yazarın ifadesiyle bir
"burjuva"dır. "Babası eski devlet büyüklerimizden" (s.18) ifadesiyle tanıtılan
ve hiçbir maddî sorunu olmayan Bayan M., varoluşsal boşluk içindedir.
İstanbul’dan, "geleneksel ve bir örnek şeylere uyma" (s.22) zorunluluğundan
sıkılır. Kendisini, "bağsız" bir kişi olarak gören ve içinde yaşadığı cemiyete
ait hissetmeyen; ayrıca yaşamını anlamlı kılacak bireysel-toplumsal hiçbir
amaca sahip olmayan Bayan M., içinde bulunduğu durumun farkındadır.
Kendisini yaşamakta olduğu sıkıntıdan kurtarabilecek bir anlam arayışına
girer. Bunun için bir Avrupa seyahatine çıkar. Farklı şehirlerde edindiği
uğraşlarla yaşamına anlam vermeye çalışır; ancak ne yaparsa yapsın
kendisini bireysel veya toplumsal bağlamda ikna edip itekleyecek bir
anlama ulaşamaz; dolayısıyla sıkıntısından kurtulamaz. Anlam arayışını,
insan olmanın en ayırt edici özelliği olarak işaret eden Victor Frankl, kişinin
yaşamda anlam bulmasının, gömülüp kaldığı kendisinden uzaklaşmasına
veya kendisini başka bir şeye, mesela bir davaya, sevilecek bir insana
adamasına, dolayısıyla şeylere dair sorumluluk almasına bağlı olduğunu
söyler12. Olumsuz anlamda özgür olan, diğer bir ifadeyle bütünsel yani
bireysel-toplumsal herhangi bir sorumluluk üstlenmeyen Bayan M.’nin
sıkıntısını, yaşamakta olduğu bu tarz özgürlüğü hazırlar.
"Biliyor musun?" dedi Bayan M. "Hiçbir şey yapmadan yaşayıp
durmak ne karar zor. Korkunç sıkıntı içindeyim. Kendimi gereksiz
biri sanıyorum. Çalışmaya iyice karar verdim. Çalışmak için de bir
şeyler öğrenmeliyim. Küçük bir diploma falan.
"Çalışmaya gereksinmen yok ama" dedi Selim.
Öyle ama bu boşluk duygusunu bilemezsin" (s.18).
Bayan M.’den sonra Selim’le ilişki içinde olan kişilerden bir diğeri ise
Anna’dır. Tıpkı Bayan M. gibi Anna da anlamsal boşluk içindedir. Yaşamak
için bir neden bulamayan Anna, bir evlilik yapmış; ancak evliliğinde
beklediğini bulamamış bir kadındır. O, duyduğu sıkıntıyı, yaşa(ya) madığı
cinselliğine bağlar. Bu sorununu aşmak içinse Selim’den yardım ister. Selim
ise bir terapist gibi yaklaşır ona. Selim’e göre Anna’nın sorunu, içinde
yaşadığı kapitalist düzenin veya maddeye aşırı düşkünlüğün tinde yarattığı
felçten kaynaklanmaktadır. Anna, Selim’le yaşadığı ilişki ile isteğine ulaşmış
olmasına rağmen, anlamsal boşluğunu cinsel tatminin ortadan kaldıracağını
düşündüğü için sıkıntısından kurtulamaz. Adam Phillips, sıkıntının yapacak
bir şey bulamamaktan kaynaklandığını söyler13. Yapacak bir şeyi olmayan,
daha iyi bir ifadeyle, yaşamını içerik bakımından zenginleştiremeyen veya
sadece görünüşle meşgul olan Anna da Bayan M. gibi olumsuz anlamda
özgürlüğün sıkıntısını yaşar; şöyle konuşur:
"(...) Yalnızca bir görünüş mü hayat? Yalnızca bir görünüş için mi
yaşamalı ne dersin? (...)
"Bilmiyorum, aldırma söylediklerime. Acaba böyle mi, diye kendi
kendime soruyorum. Hayat o kadar boş ki! Neyle doldurulabilir? Bir
görünüşle, bir görünüşle yalnızca" (s.38).
Anna’dan sonra Selim’le yakınlaşan kişilerden birisi olan Ada da
anlamsal boşluk içindedir. Çevresinin, özellikle babasının baskısını kırmak,
cinsel bağlamda özgürlüğünü yaşamak isteyen Ada, bu isteğini
gerçekleştirir. Ancak o da cinsel özgürlüğün, anlamsal boşluğunu
doldurmaya; çağın, çevrenin ve geleneklerin birey üzerindeki baskısını
aşmaya yetmediğini anlar. Anna gibi o da anlamlı bir amaçtan yoksun
olduğu için uzvî isteklerinin kısa zamanlı uyuşturuculuğuna kanar.
İnanılacak hiçbir şey bulamayan, hiçbir şeye bağlanamayan Ada, Selim’e
gönderdiği bir mektupta, her şeyi hiçleyen bir tavırla konuşur:
"(...) Burada, Gülgün adında bir arkadaşla beraberim. Aynı acıları
yaşıyor gibiyiz. İnanılacak bir şeyler bulamamak, hiçbir şeye tam
bağlanamamak, geçici aşklarda mutluluğu aramak, daha doğrusu
düşlemek, dünyanın hiçbir yerini yurdu olarak tam olarak
benimseyememek ve nedeni belirsiz bir tedirginlikle bunaltı. İşte
hepsi bu. Rest nihilo... Hiçlikten hiçlik doğar" (s.130) .
Bir sosyalist olan Ayşe de diğerleri gibi esas olarak arada bir
durumdadır; o da sıkıntı duyar. Benimsediği dünya görüşüne kararlı bir
şekilde bağlı olmayan Ayşe, Selim’in kendisini Ada’yla aldattığını
öğrendikten sonra, misillemede bulunur. Selim’i, devrimci dostlarından
birisiyle aldatır. Onun bu eylemi, aslında kararlı ve katı bir anlam zemini
olan ahlâktan yoksun, dolayısıyla anlamsal boşluk içinde olduğunu işaret
eder. Anlatıcı, portresi ayrıntılı bir şekilde çizilmemiş olan Ayşe’nin içinde
bulunduğu durumu, Bayan M. ile Selim’in konuşmalarının satır aralarında,
şu şekilde ifade eder:
"(...) Sen sürgündeyken o kızı bir kulüpte gördüm. Dans ettiği
çocukla çok yakındı. Deli gibi bir şeydi o."
Acıyı çok derinden duydu Selim. Bayan M.’nin donuk, cam rengi
gözlerine baktı.
Bütün burjuva kadınlar yapar bunu. Özgür olmasını istemiştim,
ama ben o koşullar altındayken değil" diye mırıldandı" (s.158) .
Hülasa edersek; asıl kişi Selim ve onunla ilişkide olan kişiler, anlamsal
boşluk içindedirler; bu durumları ise varoluşsal/anlamsal sıkıntı
duymalarına neden olur. Söz konusu kişilerden Selim, içinde bulunduğu
durumun neliğini bilir; yaşamakta olduğu sıkıntıyı bir imkân olarak görür.
Kendisini hiçleyen/olumsuzlayan bir dünyada, acı da olsa yaşamını
sürdürür. Onun bu eylemi, içinde bulunduğu şartları zorlamayan insanın
basit bir karşı koyuşunu ifade eder. Diğer kişiler ise esas olarak sıkıntının
neden olduğu tinsel erozyon içinde parça parça heyecanlarını, enerjilerini
yitirirler. Söz konusu kişiler, sıkıntı karşısında basit arayışların dışında çoğu
zaman ahlâkî bir ihlal olan bağlanmadan gerçekleşen sorumsuz cinsel
ilişkiye sığınırlar. Diğer bir ifadeyle, sıkıntı karşısında herhangi bir tavır
geliştiremeyen bu kişiler, hesaplaşmak gibi insanı ilerleten bir mekanizmayı
işletmeyi değil, bir ihlal olan cinselliği ve içmeyi tercih ederler. Bayan M. de
Anna da Ada da Ayşe de bilincinde olmalarına rağmen yaşamakta oldukları
sıkıntıyı/bunalımı aşamazlar.
Demir Özlü, "Çağın Yazarı" başlıklı yazısında, -kendi neslini ve "bunalım
yazınını" savunan yazarları kastederek- aydının farklı "köleleştirme"
mekanizmalarıyla hiçliğe doğru itilmiş, saçma ancak ayrılamayacağı bir
çağa bırakılmış olduğunu söyler. Bu şartlar içinde yaşayan aydının, ona
göre, iki temel vazifesi vardır: Bunlardan birincisi, kendisini
hiçleyen/olumsuzlayan düzenden ve geleneklerden kopmak, "insancıl bir
devrimin değerler düzenini" kurmak; ikincisi ise çağını kavramak ve çağın
kişisinin de kendisinin de savunusunu yapmaktır16. Acaba bunalım yazınını
savunan Özlü’nün bu görüşü, eserine yansımış mıdır; diğer bir ifadeyle
Özlü, savunduğu bu görüşü, eserinde ne kadar gerçekleştirebilmiştir veya
eseri, tezli bir eser midir?
Özlü, romanında asıl kişi Selim’in şahsında aydının kurulu düzen
tarafından itildiğini, susturulmaya çalışıldığını ortaya koyar. Çok açık bir
şekilde olmasa da verili olanı kabul etmeyen aydının bunalımının kendisine
bırakılmış ve yetkisizleştirilmiş olmaktan kaynaklandığını sezdirir. Selim,
her ne kadar mesafeli dursa da sosyalizmin bir değer olduğuna, devrim için
mücadele etmek gerektiğine inanır; dolayısıyla Özlü, devrimi
gerçekleştirecek olanın sosyalist mücadele olduğunu işaret eder. Ancak öte
yandan Özlü, romanında -asıl kişi Selim’in şahsında- kurulu düzenle de
Türkiye İşçi Partisi’yle de uyuşmayan; ne onları yok sayan ne de ödün veren
kendisinin savunusunu yapmıştır. Diğer bir ifadeyle Özlü, romanıyla hem
kurulu düzen hem de mensubu olduğu parti tarafından dışlanmış veya
kendisine bırakılmış bir aydının arada kalmışlığını işaret ederken dolaylı
olarak düzeni de eleştiriyi kabul edemeyen ideolojiyi de olumsuzlamıştır.
Bu bağlamda bakıldığında Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları, yazarın
yukarıda sözünü ettiğimiz görüşünü, hayata geçiren tezli bir romandır,
diyebiliriz.
Tezli bir roman Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları'nda Demir Özlü,
ayrıca birkaç biyografik ayrıntı kullanılmıştır. Örneğin; kurgu kişi Selim’in
edebiyat eleştirmenliği ve tercümanlık yapması, Türkiye İşçi Partisi ile
ilişkisi ve partiden ihracı, bir görüşünden dolayı yargılanması ve askerî
sürgün olarak Doğu’ya (Muş’a) gönderilmesi gibi birkaç kişisel özelliği,
gerçek bir kişi olan Demir Özlü’nün biyografisine ait ayrıntılarla
örtüşmektedir. Ancak, söz konusu ayrıntılar, esas olarak birkaç tesadüften
başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu ortak hususlar, romanı biyografik bir
roman kabul etmemiz için yeterli değildir.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi tezli bir eser oluşu, birkaç
biyografik ayrıntıyı içermesi, romanın edebî değerini düşürmemiştir.
Yazının birinci bölümünde de işaret edildiği gibi modern insanın varlığını
tehdit eden sorunlardan birisi de sıkıntıdır. Anlamsal boşluk durumunu
işaret eden, siyasal, toplumsal ve ekonomik modernite ile doğrudan ilişkili
olan sıkıntının bireysel ve toplumsal olmak üzere iki temel sebebi vardır.
Sıkıntı, askıda veya arada olma durumunu işaret eder. Kendisiyle kurulan
ilişkiye göre bir imkân veya tinsel erozyon olma hususiyetine sahip olan
sıkıntı, esas olarak dört gruba ayrılır.
Demir Özlü, 1950 sonrası edebiyatımızın bulanım yazınını savunan
hikâyeci ve romancılarımızdan birisidir. Onun eserlerine dair, şimdiye
kadar akademik disiplinli ne bir tez yapılmış ne de yazı kaleme alınmıştır.
Bu yazıda ele alınan Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları başlıklı romanında
Özlü, bir aydının ve onunla ilişki içinde olan kadınların yaşamakta olduğu
sıkıntıyı/bunalımı anlatmış/konu almıştır. Romanda asıl kişi ve onunla
ilişki içinde olan kişilerin içinde bulunduğu durum olarak işaret edilen
sıkıntı, anlam probleminin neden olduğu bir varoluşsal problemdir.
Hesaplaşıldığında bir imkân, diğer durumda ise tinsel bir erozyona dönüşen
sıkıntı karşısında -ikinci bölümün sonunda da ifade ettiğimiz gibi- roman
kişilerinin iki tavrı vardır: Asıl kişi Selim, yaşamakta olduğu sıkıntının
farkındadır, onu olduğu gibi kabul eder, onunla yaşamayı göze alırken diğer
roman kişileri -Bayan M., Anna, Ada ve Ayşe-, aşamadıkları sıkıntı içinde
heyecanlarını ve enerjilerini yitirirler.
Demir Özlü, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi hayata/sanata dair bir
görüşünü, asıl kişi Selim’in şahsında kurgu bir dünyaya taşımıştır. Bu
yönüyle tezli bir eser olan Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları, çağdaş
bireyin varlığı için bir tehdit olan sıkıntı/bunalım gibi şimdiye kadar
doğrudan temas edilmemiş bir konuyu ele aldığı ve sorunun neliğini işaret
ettiği için önemlidir.
KAYNAKÇA
ÇANDAR, Tûba, Murat Belge -Bir Hayat-, Doğan Kitap, İst. 2007.
FRANKL, Victor, Duyulmayan Anlam Çığlığı, (çev. Selçuk Budak) , Öteki Yay.,
İstanbul 2006.
GİDDENS, Anthony, Modernliğin Sonuçları, (çev. Ersin Kuşdil) , Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 1998.
HEİDEGGER, Martin, “Boğuntu”, (çev. A. Turan Oflazoğlu) , a Dergisi, Yıl: 2, S.
16, Mayıs 1959, s.1.
NACİ, Fethi, “Türkiye İşçi Partisi Anıları”, Dönüp Baktığımda, Adam
Yayınları, İstanbul 1999, s.89-95.
ÖZLÜ, Demir, “Çağın Yazarı”, a Dergisi, Yıl:2, Sayı: 13, Şubat 1959, s.1, 7.
ÖZLÜ, Demir, “Bunalan Genç Adamlar”, a Dergisi, Yıl:2, Sayı: 16, Mayıs 1959,
s.7.
ÖZLÜ, Demir, “Bunaltı Düşünüsü Üzerine 1”, a Dergisi, Yıl:2, Sayı:21, Ekim
1959, s.1-2.
ÖZLÜ, Demir, “Bunalım Yazınını Savunu”, Yeni Ufuklar, C.11, S. 127, 1962,
s.17-29.
ÖZLÜ, Demir, Borges’in Kaplanları, Yapı Kredi Yayınları, İst. 1997.
ÖZLÜ, Demir, Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul 2001, 158 s.
PAPPENHEİM, Fritz, Modern İnsanın Yabancılaşması -Marx ve Tönnies’ye
Dayalı Bir Yorum-, (çev. Salih Ak) , Phoenix Yayınları, Ankara 2002.
PESSOA, Fernando, Huzursuzluğun Kitabı, (çev. Saadet Özen) , Can Yayınları,
İstanbul 2007.
PHİLLİPS, Adam, Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine -Hayatın
Didiklenmemiş Yanlarına Dair Psikanalitik Denemeler-, (çev. Fatma
Taşkent) , Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004.
SVENDSEN, Lars FR. H., Sıkıntının Felsefesi, (çev. Murat Erşen) , Bağlam
Yayınları, İstanbul 2008.
TİMUÇİN, Afşar, “Bunalımın Zaferi”, Yeni Ufuklar, C.20, S.231, 1972, s.19-21.
164
Lars FR. H. Svendsen, Sıkıntının Felsefesi, (çev. Murat Erşen), Bağlam Yayınları, İstanbul
2008, s.28-29.
Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, (çev. Ersin Kuşdil) , Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
1998, s.13.
"Cemaat” ve "cemiyet” kavramları, Ferdinand Tönnies'in modern öncesi ve sonrası
toplumları karşılaştırmak için kullandığı kavram çiftidir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Fritz
Pappenheim, Modern İnsanın Yabancılaşması -Marx ve Tönnies’ye Dayalı Bir Yorum-, (çev.
Salih Ak) , Phoenix Yayınları, Ankara 2002, s.52-94.
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, (çev. Saadet Özen), Can Yayınları, İstanbul 2007,
s.262.
Martin Heidegger, "Boğuntu”, (çev. A. Turan Oflazoğlu), a Dergisi, Yıl: 2, S. 16, Mayıs 1959, s.1.
Afşar Timuçin, "Bunalımın Zaferi”, Yeni Ufuklar, C.20, S.231, 1972, s.21.
Alıntılayan Lars FR. H. Svendsen, a.g.e., s.136.
Demir Özlü, "Bunaltı Düşünüsü Üzerine 1”, a Dergisi, Yıl:2, Sayı:21, Ekim 1959, s.2.
Lars FR. H. Svendsen, a.g.e., s.51.
Demir Özlü, Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
İstanbul 2001, 158 s. Bu makalede romana yapılan atıflar, metnin künyesini verdiğimiz
baskısından yapılmıştır.
Demir Özlü'nün gerek Bir Uzun Sonbahar gerekse Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları
başlıklı romanlarında yinelenen partiden ihraç motifi, biyografik bir ayrıntıdır. Demir Özlü ile
birlikte Türkiye İşçi Partisi'ne üye olan Fethi Naci, partinin ilk büyük kongresinde (2 Şubat
1964) kendisiyle birlikte ismini söylemediği dokuz üyenin iç muhalefeti sürdürdüğü
gerekçesiyle ihraç edildiğini söyler. Bakınız: Fethi Naci, “Türkiye İşçi Partisi Anıları”, Dönüp
Baktığımda, Adam Yayınları, İstanbul 1999, s.89-95. Fethi Naci gibi Murat Belge de Demir
Özlü'nün bir grup aydınla birlikte muhalefette ısrar ettiği için Türkiye İşçi Partisi'nden ihraç
edildiğini belirtir. Bakınız: Tûba Çandar, Murat Belge -Bir Hayat-, Doğan Kitap, İstanbul 2007,
s.113-114. Bu iki kaynağa dayanarak Demir Özlü'nün adı geçen iki romanında asıl kişilerin
sıkıntı/bunalım duymalarının nedenlerinden birisi de mensubu oldukları partiden ihraç
edilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla Özlü, her iki romanında da biyografik bir ayrıntıyı kurmaca
dünyada kullanılmıştır, demek mümkündür.
Victor Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı, (çev. Selçuk Budak) , Öteki Yayınları, İstanbul
2006, s.30-31.
Adam Phillips, Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine -Hayatın Didiklenmemiş Yanlarına
Dair Psikanalitik Denemeler-, (çev. Fatma Taşkent) , Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004, s.91.